Beni Takip Edin !

Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Nisan 2011, Sayı: 28, ss. 80-87

Özet

İsrail devletinin işgal altındaki Batı Şeria bölgesinde kurduğu yerleşim birimleri Yahudi yerleşimleri olarak bilinmektedir. Uluslararası hukuk açsından hiçbir yasal temeli bulunmayan bu yerleşimlerin inşasını Filistin topraklarının tedrici işgali olarak tanımlamak mümkündür. Dünyanın gözü önünde tedrici bir işgalin aracına dönüşen bu yerleşim inşaatlarını İsrail hükümeti belli stratejiler devreye sokarak meşru hale getirmeye çalışmaktadır. Bu stratejileri ifşa etmek bir taraftan bu yerleşimlerin bir işgal olduğunu sürekli hatırda tutma imkânı sağlarken, diğer taraftan bu hukuksuzluğa karşı mücadele araçlarını sağlayacak olması açısından önemlidir. Büyük ölçüde söylem üzerinden geliştirilen meşrulaştırma stratejileri yine söylem üzerinden güçlü bir şekilde mahkûm edilmeyi beklemektedir.

Devamını okuyun

Aşağıda Dersim Harekatı ile ilgili TBMM tutanaklarından bir belgenin analizini okuyacaksınız, yazı daha önce bir yerde yayımlanmamıştır.DersimTBMM

1937 ve 1938 tarihlerinde Dersim/Tunceli bölgesinde yaşananlar konusunda devletin hafızası yani Meclis tutanakları büyük bir sessizliğe bürünür. Bu tarihlerde yaşananların Meclis’te bir karşılık bulduğu istisnai olay İsmet İnönü’nün 18 Eylül 1937’de Meclis’te “Tunceli ıslahatı hakkında” verdiği beyanattır. Fakat İnönü’nün yaşananlara dair söyledikleri “silahları kullanmak için hiç bir tereddüt olmadığı halde isyan edenlere karşı silah kullanan ordu heyetleri ve Cumhuriyet jandarması… son derecede şefkatle, kuvvet içinde mündemiç olan şefkatle, hareket” ettiği bilgisi ile sınırlıdır.

Bu suskunluğu Meclis düzleminde bozan gelişme 2884 Sayılı Tunceli Kanunu’nun süresinin uzatılmasına ilişkin görüşmelerin yapıldığı 7 Temmuz 1939 tarihli Meclis görüşmeleri olmuştur. Bu görüşmeler sırasında dönemin Dâhiliye Vekili Faik Öztrak’ın ve diğer bazı vekillerin konuşmaları bu konuda en kapsamlı malumatı sunması açısından önemlidir. Bu konuşmalar devletin neden Dersim’le ilgilendiğinden, olayların sorumlusunun kimler olduğuna ve alınan önlemlerden devletin planlarına kadar birçok şeyi ifşa eder. Bu nedenle yazının geri kalanı bu konuşmanın dolaylı aktarımı ve konu vesilesiyle konuşan diğer vekillerin ifadelerini sunmak şeklinde ilerleyecektir.[1]

Devamını okuyun

Ayraç, Sayı: 33, Temmuz 2012, ss. 60-61mesutyegen

 

“Alyoşa: Ama buna halk izin vermeyecektir.

Rakitin: Yok edin halkı, kırın, susturun onları. Çünkü Avrupa Aydınlanması halktan çok daha önemlidir.”[1]

Rakitin’in cümlesinin bizdeki temel muhatabı hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak kadar ortadadır: Kürtler. Bu cümlenin Kürtler için ne anlama geldiğini ya da Kürtlerin böylesi bir cümle içinde nereye oturduğunu bugün bize en iyi anlatan metin ise kuşkusuz Mesut Yeğen’in Devlet Söyleminde Kürt Sorunu (DSKS) olmuştur.[2] Metnin en temel iddiası cumhuriyet dönemi devlet söyleminin “Kürt kimliğinin cumhuriyet hükümetleri tarafından tahrip edildiği gerçeğini gizlemek şöyle dursun, bizzat bu gerçeği ifşa” ettiğidir (24). Bu cümle metindeki bir başka cümleyle birlikte okunmalı ki, o da şudur: “Kürt sorunu devlet söylemi içerisinde her zikr edilişinde, ‘irtica’, ‘aşiret direnci’, ‘eşkıyalık’, ‘ecnebi kışkırtması’, ya da ‘bölgesel geri kalmışlık’ meselesi olarak anıldı; asla etno-politik bir sorun olarak değil” (222). Alıntılanan iki cümle bir arada okunduğunda ortada bir çelişki var gibi görünmektedir. İlk cümle devlet söyleminin Kürt sorununda bir şeyleri saklamak bir yana, aksine ifşa ettiğini söylerken, ikincisi devlet söyleminin Kürt sorununun etno-politik mahiyetini başka adlandırmalar yoluyla sakladığını ileri sürüyor.

Devamını okuyun

Ayraç, Sayı 30, Nisan 2012, ss. 27-28

Başlıkta geçen üç kelimeyi bir arada okumak başlangıçta garip gelse de, 1930’lar Türkiye’sinin matbuat kanununu okuyan hemen herkes kendisini bu üç mefhum üzerinde düşünmek zorunda hissediyor. 1931 tarihli Matbuat Kanunu’nun 38. Maddesi “intihar vakalarını mahallinin en büyük zabıta memurundan mezuniyet almaksızın neşretmeyi” yasaklamıştı. Haberin yapılması konusunda izin alınsa dahi, haberin “neşri halinde intihar edenlerin ve intihara teşebbüs eyleyenlerin resimlerinin” basılması kesin bir şekilde sınırlandırılıyordu. Bu kanuna aykırı davrananlar ise aynı maddeye göre, “bir haftadan bir seneye kadar hapis ve yirmi beş liradan iki yüz liraya kadar para cezasına mahkûm” edildikleri gibi, hükümet tarafından teklif edilen ve 23. Madde olarak geçen maddenin önceki halinde “intihara teşebbüs edenlerin isimlerinin” dahi basılması yasaklanmıştı.

Devamını okuyun

Dünya Çatışmaları: Çatışma Bölgeleri ve Konuları, Kemal İnat, Burhanettin Duran ve Muhittin Ataman (Edt.), , Nobel Publications, İstanbul, 2010, ss. 99-164

Filistin sorunu, yirminci yüzyılda hakkında en fazla söylem üretilen ve bir o kadar da metinsel analizin yapıldığı konuların başında gelir. Söylem ve metinler düzleminde yaşanan bu yoğunluk Filistin özelinde yaşanan savaşları, çatışmaları, politik adımları, barış görüşmelerini ikinci planda bırakmıştır. Böylelikle, Filistin sorunu metinlerin (kitaplar, makaleler, gazete yazıları, belgeseller vs.) pratiklerden daha belirleyici bir konumda olduğu ve ‘geçmişin’ metinler yoluyla yeniden inşa edildiği ve tam da bu nedenle hakkında yazılan devasa metinler göz ardı edilerek anlaşılamayacak bir sorundur. Fakat sorunun bir parçası olan bu metinler aynı zamanda sorunun ne olduğunun anlaşılması noktasında geçmişe dair elimizdeki tek kaynağı oluşturmaktadırlar. Diğer bir ifadeyle, sorunun tarihsel serüvenini anlamak için elimizde metinlerin dışında başka bir şey yok.

Devamını okuyun

birikimdergisi.com, 07 Mayıs 2012

 

1990’larda Türkiye dış politikası çalışan araştırmacıların çoğu İslamcı ve Kürt partilerin dış politika üzerindeki etkilerine (dış politikaya dair geliştirdikleri dile) ya “geçici” bir yer verdiler ya da bunları “anormal” kategorisine dâhil ettiler. 2000’li yıllara gelindiğinde ise, İslamcılara dış politika yazınında ayrılan yer önemli ölçüde artarken, birçok akademik metin post-İslamcılar[1] ve ulusalcı laikler arasında Türkiye dış politikası üzerinden yaşanan mücadeleye geniş yer ayırdı. Fakat Kürtler 1990’larda olduğu gibi 2000’lerde de özellikle dış politika meselelerinde sesleri gür çıkmasına rağmen, dış politika yazınında sessizliğe mahkûm edildiler ve bu akademik suskunluk söz konusu çalışmaların en büyük eksikliği olarak kaldı. Nitekim dış politika alanındaki üç tarz-ı siyaset bir biriyle ilişkili olduğu kadar, bunların bir diğerinden ayrılmaları da bir o kadar imkânsızdır. Bu nedenle burada Avrupa Birliği (AB) örneği üzerinden bu üç tarz-ı siyaseti değerlendirerek bunların nasıl birbirlerini karşılıklı kuran, bozan, ya da yeniden şekillendiren bir ilişki içinde olduklarını ve bunlardan birini ihmal etmenin dış politikaya dair resmi nasıl eksik bıraktığını göstermeye çalışacağım.

Devamını okuyun

Anlayış, Sayı: 78, Kasım 2009, ss. 27-29

3 NİSAN 2009’da Birleşmiş Milletler, 27 Aralık 2008’den 18 Ocak 2009’a kadar süren İsrail’in Gazze’ye yönelik operasyonu sırasında uluslararası insan hakları hukukunun ihlal edilip edilmediğini araştırmak üzere bir komisyon oluşturmuştu. Komisyonun başında kendisi de bir Yahudi olan Güney Afrika Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Richard Goldstone vardı ve bu isim daha önce eski Yugoslavya ve Ruanda için kurulan Uluslararası Ceza Mahkemeleri’nin savcılığını da yapmıştı. Goldstone beraberindekilerle birlikte beş aydan fazla süren araştırma ve incelemeler sonucunda oluşturduğu komisyon raporunu 15 Eylül 2009’da açıkladı.

Devamını okuyun

Anlayış, Sayı 72, Mayıs 2009, ss. 46-50

ME­DE­Nİ­YET­LER İt­ti­fa­kı, 11 Mart 2004’te el-Kai­de’nin İs­pan­ya’nın baş­ken­ti Mad­rid’de ger­çek­leş­tir­di­ği te­rör sal­dı­rı­sı­nın ar­dın­dan gün­de­me ge­len bir pro­je­dir. Bu sal­dı­rı­la­rın ar­dın­dan İs­pan­ya’da ik­ti­da­ra ge­len Jo­se Lu­is Rod­ri­gu­ez Za­pa­te­ro, 21 Ey­lül 2004’te BM Ge­nel Ku­ru­lu’nda yap­tı­ğı ko­nuş­ma­da Ba­tı ile Müs­lü­man dün­ya ara­sın­da bir “Me­de­ni­yet­ler İt­ti­fa­kı” ku­rul­ma­sı­nı öner­di. Ha­zi­ran 2005’te Za­pa­te­ro’nun, kül­tü­rel an­lam­da İs­la­mi, po­li­tik düz­lem­de ise Ba­tı­lı bir ül­ke olan Tür­ki­ye’ye or­tak baş­kan­lık öne­ri­siy­le Tür­ki­ye pro­je­ye dâ­hil ol­du. Fa­kat bu ta­rih­ten iti­ba­ren Tür­ki­ye, gi­ri­şi­mi ta­bi­ri ca­iz­se İs­pan­ya’dan da­ha faz­la sa­hip­le­ne­rek söz ko­nu­su it­ti­fak pro­je­sin­de da­ha çok ön pla­na çı­kan ül­ke ha­li­ne gel­di. 14 Tem­muz 2005’te res­men ku­ru­lu­şun­dan bu­gü­ne ne­re­dey­se dört yıl geç­me­si­ne rağ­men, ge­li­nen nok­ta­da pro­je ilk or­ta­ya çık­tı­ğı dö­nem­de­ki can­lı­lı­ğı­nı kay­bet­miş gö­zü­kü­yor. Bu bağ­lam­da söz ko­nu­su gi­ri­şi­min prob­lem alan­la­rı­na de­ğin­mek da­ha ger­çek­çi bir yak­la­şım ola­cak­tır.

Devamını okuyun

Anlayış, Sayı: 78, Kasım 2009, ss. 84-85

TÜRKİYE’DE özelde cami genelde din, iktidarın bir aygıtı olarak işlemiştir. Diğer bir ifadeyle laiklik olarak bildiğimiz şey, dinin tasfiye edilmesi ya da din ile devlet arasına mesafe konulması olarak değil, aksine dinin devletin kontrolü altına alınması şeklinde gerçekleşmiştir. Basit bir örnek vermek gerekirse, İsmail Kara’nın ortaya çıkardığı, Milli Birlik Hükümeti döneminde camilerde okutulan “27 Mayıs İnkılâbının Önemi Hakkında Hutbe”, bu noktada fazlasıyla ipucu doludur. Hutbede “millet olarak köylü ve şehirli hepimiz Milli Birlik Hükümetimize, ordumuza müzahir olmalıyız” şeklinde geçen ibare, bu kurumların dönemin militarist söyleminin meşrulaştırılması sürecinde nasıl kullanıldığının en önemli göstergesidir.

Devamını okuyun

Anlayış, Sayı: 79, Aralık 2009, ss. 32-34

FRANSIZ düşünür Michel Foucault, ifadelere odaklanmanın ve onları “kendi içinde ve dışında (etrafında) yaşanan ilişki oyunlarını betimlemesi”ne imkan sağlayacak şekilde serbest bırakmanın analizci için yeterli olduğunu belirtir. “Deşifre edilemez olanın peşine düşüp, saklı olanı açığa çıkarmak” yoluyla “ifadelerin kendilerinin dışına çıkarak konuşan öznenin niyetini ve onun bilinçli etkinliğini” çözmeye çalışan analizlere karşı çıkar. Böyle bir analizin dokümana “doğruyu söyleyip söylemediğini, samimi ya da sahtekar olup olmadığını” sorarak aslında “tarihi yeniden inşa etme”ye giriştiğinin altını çizer. “Tarihin bu ideolojik kullanımı”ndan kurtulmak gerektiği öğüdünü verir.

Devamını okuyun

Anlayış, Sayı 73, Haziran 2009, ss. 62-63

Ernesto Lac­la­u ve Chan­tal Mo­uf­fe, He­ge­mon­ya ve Sos­ya­list Stra­te­ji baş­lık­lı kla­sik­leş­miş ça­lış­ma­la­rın­da bel­li bir sos­yal ala­nın na­sıl iki düş­man kamp (an­ta­go­niz­ma) te­me­lin­de iş­le­di­ği­ni ve bu du­ru­mun et­ki­le­ri­nin ne­ler ol­du­ğu­nu ana­liz eder­ler. Bu­na gö­re, ge­liş­miş ka­pi­ta­list top­lum­lar­da an­ta­go­niz­ma nok­ta­la­rı­nın yay­gın­laş­ma­sı, po­li­tik ala­nı iki düş­man kam­pa böl­me­ye hiz­met et­mez, ak­si­ne de­mok­ra­tik mü­ca­de­le­nin çe­şit­len­me­si­ne yol açar. Üçün­cü dün­ya ül­ke­le­rin­de ise bu an­ta­go­niz­ma­lar, bel­li bir mer­ke­ze, net bir şe­kil­de ta­nım­lan­mış düş­ma­na yö­ne­lik ola­rak sür­dü­rü­lür ve mev­cut kamp­laş­ma­yı da­ha da de­rin­leş­ti­rir. Bi­rin­ci du­rum, de­mok­ra­si­ye za­rar ver­me­yen, ak­si­ne onun güç­len­me­si­ni sağ­la­yan “de­mok­ra­tik an­ta­go­niz­ma” iken; ikin­ci­si, “aşı­rı dış­la­ma” şek­lin­de iş­le­yen ve bu ne­den­le de­mok­ra­si­ye za­rar ve­ren “po­pü­ler an­ta­go­niz­ma”dır.

Devamını okuyun

Anlayış, Mart 2010, Sayı 82

lber Ortaylı, Halil İnalcık ve daha birçok tarihçinin dillendirdiği “asker millet” argümanı, tarihin semptomlarını seçmeci bir okumaya tabi kılarak bunların hakikate dönüşltürülmesi sürecinden başka bir şey değil.

GEÇTİĞİMİZ günlerde MHP’nin siyaset okulunda konuşan tarihçi İlber Ortaylı’nın “Biz asker milletiz. Asker düşmanlığı pompalanıyor. Açılım lafları boştur. Sivil siyaset olmazsa darbe normaldir.” ifadelerini kullanması basında “şok açıklamalar” başlıklarıyla karşılık buldu. Konuşmasında “asker millet” olmanın Türklerin en önemli vasfı olduğunu belirten Ortaylı, “Askerî vasıflarını kaybetmiş Avrupa, bizde bulunan bu vasfın da yok olmasını istiyor” diyerek askere yönelik “kampanya”nın dışarıdan yürütülen bir proje olduğuna da işaret ediyordu. Yine resim, heykel ve musikisi olmayan, filozof dahi yetiştiremeyen, fakat elinde “ölmeyen sanat”ı yani askerliği olan bir toplumun, Batı’dan gelen bir “kışkırtma” ile karşı karşıya olduğuna dikkat çekiyordu.

Devamını okuyun