Beni Takip Edin !

serbestiyet.com, 10 Ağustos 2016

2001’in Ekim ayında ABD, 11 Eylül saldırılarından sorumlu tuttuğu el-Kaide lideri Usame bin Ladin’in kendisine teslim edilmesi yönünde Afganistan’daki Taliban yönetimine çağrıda bulundu. Bu çağrısının ciddiyetini göstermek içinse Afganistan’ı havadan bombalamaya başladı. Bombardımanın sekizinci gününde Afganistan Devlet Başbakan Yardımcısı Hacı Abdulkadir, ABD’nin bombalamaları durdurması ve bin Ladin’in 11 Eylül saldırılarının arkasında olduğuna ilişkin kanıtları kendilerine iletilmesi halinde bin Ladin’in üçüncü bir ülkeye gönderileceğini açıkladı. Bu teklif üzerine dönemin ABD Başkanı George Bush’un ifadeleri şunlar oldu: “Müzakereye gerek yok, tartışma olmayacak. Onlara ne yapmaları gerektiğini tam olarak söyledim. Masumiyet ve suça ilişkin bir tartışmaya girmenin anlamı yok. Onu iade edin. Şayet askeri operasyonlarımızı durdurmak istiyorlarsa, tek yapmaları gereken bizim koşullarımızı yerine getirmek… Müzakere yok diyorsam bu müzakere yok demektir. Müzakere yok, belki duymamış olabilirler, müzakere yok. Bu müzakere edilemezdir… hakkında müzakere edilecek bir şey yok.”

 

15-16 Temmuz 2016’da ABD’de yaşayan Fethullah Gülen uzun süredir uyguladığı devleti ele geçirme projesinde iktidardaki AK Parti hükümeti ile yaşadığı problemi nihayete erdirmek için askeri darbe yöntemini devreye soktu. Meclisin bombalandığı, cumhurbaşkanının suikasttan kıl payı kurtulduğu, yüzlerce masum insanın hayatını kaybettiği ve binlerce insanın da yaralandığı bu darbe girişiminin ardından Türkiye hükümeti ABD’den Gülen’in teslim etmesini talep etti. Bunun üzerine ABD Dışişleri Bakanı John Kerry şu açık ifadeleri kullandı: “Sayın Gülen konusuna gelince, ısrarlı bir şekilde Türkiye’deki dostlarımıza ve müttefiklerimize söyledik, kanıta ihtiyacımız var… Sınır dışı etmenin gerçekleşmesi için çok sıkı prosedürlerimiz mevcut… Türkiye Dışişleri Bakanı’na direkt konuşmamda da söyledim, bize iddialarla gelmeyin, kanıt gönderin, konu hakkında karar vermemiz için kanıtlara ihtiyacımız var.” Bu açıklama üzerine Türkiye tarafı gerekli kanıtları ABD makamlarına ulaştıracağını açıkladı ve basına yansıdığına göre Gülen’in darbenin planlayıcısı olduğuna ilişkin “85 kutu kanıt” Türkiye tarafından ABD’ye gönderildi.kerry

 

Yaklaşık 15 yıl arayla gerçekleşen bu iki vakıa bizi çarpıcı ve bir o kadar da huzursuz edici bir soru sormaya teşvik ediyor: nasıl oluyor da, ABD’nin talebi söz konusu olduğunda “kanıt” bütün işlevini kaybederken, benzer durum Batı-dışı bir ülkenin başına geldiğinde “kanıt” söylemin merkezine yerleşen temel unsur olabiliyor? Soruyu yeniden formüle edelim: neden ABD’nin açıklaması kanıt olmaksızın bir “gerçek” olarak kabul edilirken ya da edilmesi istenirken, Türkiye’nin açıklamaları somut delillerle kanıtlanması gereken bir “iddia” olmaktan öte bir anlama taşımamaktadır? Soru yeniden ve başka kelimelerle sorulmayı hak ediyor: Neden Afganistan’dan gelen kanıt talebi ciddiye dahi alınmazken, ABD’den gelen kanıt talebi bütün ciddiyeti ile ele alınıp gereği yerine getirilmektedir? İki kanıtın hikayesi bize soruyu çok çeşitli şekillerde formüle etme imkanı sunduğu gibi cevabı da önemli ölçüde vermiş oluyor. Üç farklı fakat birbirleriyle yakından ilişkili cevap bize neden kanıta dair bu çarpıcı fark ile baş başa kaldığımızı açıklar diye düşünüyorum.

Birincisi, demokratik-despotik ikiliği Batı’nın kendisini ve kendisi dışındaki dünyayı anlama noktasında epey bir süredir temel belirleyici. Üstelik Batı dışındaki dünya da kendisini bu ikilik üzerinden anlamak gibi bir sakatlıkla malul durumda. Buna göre, demokratik, hukukun yazılı kurallarıyla hareket eden Batı, söyleminin sorumluluğunu taşır ve bu sorumluluk iddianın doğruluğunun temel referansı olarak işleyişe girer. Aksine “Doğu despotizmi” demokrasi ve hukuku hiçe saydığından söyleminin bağlayıcılığı “somut kanıtlar” dışında yoktur. Tam da bu nedenle Doğu bir iddiada bulunduğunda bunun kanıtının istenmesi normal karşılanırken, Batı bir iddiada bulunduğunda bu, kanıt olmaksızın doğruluğu kabul edilmiş bir yargı muamelesi görür. Bu, sadece yaşadığımız son on beş yıla has bir durum değil, yüzyıllardır akademik metinlerden popüler kültüre, gazete yazılarından siyasi demeçlere kadar geniş bir alanda pişen ve katılaşan düzenleyici bir ilke ya da normdur.

 

İkinci açıklama Batı’nın somut askeri üstünlüğü ile ilgilidir. Bu askeri üstünlük hem ilk açıklamada bahsettiğim normu imkanlı kılan dinamik, hem de geriye dönük olarak bu norm tarafından normalleştirilen bir şeydir. ABD kanıt isteyen Afganistan’ı bu isteğinden geri adım attıracak bir mekanizmaya sahiptir: Kabil’i ve diğer Afgan şehirlerini sürekli ve acımasız bir şekilde bombalamak. Türkiye ise ABD’yi kanıt talebinden geri adım attıracak benzeri bir mekanizmadan yoksundur. Doğu ve Batı arasındaki ilişkiye dair klasik eserinde Edward Said’in dikkatimizi çektiği hususu yeniden hatırlamakta fayda var: Şarkiyatçı bakış (demokratik-despotik ikiliği) Batı’nın Doğu’ya dair askeri egemenliğini normalleştirdiği gibi, söz konusu bakış bu askeri üstünlük olmaksızın kurumsallaşama imkânına sahip değildir. Dolayısıyla Batı’nın kanıt istemesinin normalliği sadece Şarkiyatçı bakışın bize dayattığı söylemsel ikilikle açıklanamaz. Bu ikiliği norm olarak kuran askeri üstünlüğü göz ardı etmemek gerekir. Bush’un kanıt talebi karşısındaki “şayet askeri operasyonlarımızı durdurmak istiyorlarsa, tek yapmaları gereken bizim koşullarımızı karşılamak” cümlesi bu ikinci durumun adeta bir özetidir.bush

 

Üçüncüsü yukarıdaki iki durumun sürdürülmesi ile ilgilidir. Türkiye’den kanıt istenmesi ve buna gerekçe olarak Amerikan yasalarının gösterilmesi Batı’nın demokratik karakterini yeniden kurarken, Afganistan’dan gelen kanıt talebinin ciddiye alınmaması Doğu’nun despotik karakterini yeniden kurar. Yani bu iki kanıtın bizzat kendileri bir pratik olarak yüzyıllardır katılaşan ikiliği yeniden normalleştiren işlev görürler. Dolayısıyla demokratik-despotik ikiliğinin hem sonuçlarıdırlar (ilk açıklama) hem de onları imkanlı kılan pratiklerdir (üçüncü açıklama). Bu ikinci işlevi nedeniyle yani düzenleyici ikiliğin sürdürülmesindeki merkezi rolleri sayesinde vazgeçilmezdirler. Dolayısıyla Batı’daki devasa söylemsel makinenin bu kanıt talebini normalleştirecek şekilde Türkiye’de darbe sonrası yaşananları bir “diktatörün” keyfi intikamı olarak sunması bir tesadüf değildir. Yine kanıt konusundaki keyfiliğin elde tutulması, sürdürülmesi, askeri müdahale üstünlüğünü normalleştiren, imkânlı kılan, temel dinamiktir. Doğulunun sunacağı hiçbir kanıt onun askeri olarak işgal edilmesini engelleyemeyecektir. Bunun yani askeri müdahalenin normalliğinin, bugün böyle olduğu gibi yarın da bu şekilde olmasının imkânlı kılan şey, kanıt etrafında gelişen söylemlerin kendisidir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.